26 Aralık 2016 Pazartesi

Düzenli Koşmanın Ölçülemeyen Mutluluğu


Toplam km: 958.9

Toplam koşu sayısı:156 

Aylık ortalama koşu sayısı:13 

Haftalık ortalama koşu sayısı: 3 

Tüm bu saydıklarım 2016 yılında kullandığım koşu uygulamasının verdiği rakamlar.

Peki çok mu önemli bu rakamlar?

Hiç değil.

Mutluluğu dakikalarla ve kilometrelerle ölçebilir misiniz?

Asla.

Peki neyle ölçebilirsiniz?

Ne sayıyla, ne dakikayla, ne de kilometreyle.

Aslında ölçmenize de gerek yoktur. Ölçtüğünüz şeyler genelde sizi mutlu etmeyen veya strese sokan şeylerdir.

Harcadığınız zaman, geçirdiğiniz anlar ne kadar iyi geçmişse o kadar mutlu olmuşsunuzdur. 


Koşarken elbette çeşitli veriler tutarsınız ama bunu kondisyonunuzu ölçmek ve hedeflerinizi yerine getirmek için yaparsınız. 

Düzenli koşmaya alıştığınız zaman, yani haftanın 3-4 günü bunu yapabildiğinizde, bir süre sonra rakamları önemsememeye başlıyorsunuz.

Aldığınız keyif, yaşadığınız mutluluk, kendinize sadece kendinize ayırdığınız o zaman dilimi gerçekten yaşadığınızı hissettiren çok değerli anlar haline geliyor. Hele ki bunu bir de doğada yapıyorsanız o zaman çok daha şanslısınız demektir.

İnsanın hiçbir şekilde zorunluluğu olmadan, bile isteye, yürekten sevdiği bir şeye vakit yaratması ve bu vakti rutin hale getirebilmesi belki de hayatın en güzel kazanımlarından biri.

Hepimizin sorumlulukları, yetişmekte olduğu bir takvim, zaman zaman zorlayan görevleri var.

Hepsinin yeri ayrı ve önemli.

Ve fakat yüreğinizi verdiğiniz işler hepsinden değerli. Bu kimi için koşu olur, kimi için yoktan var ettiği bir heykel, kimi için yaptığı bir müzik, kimi için okuduğu bir kitap, kimi için de bir çocuğu sevindirmek.

Bir yıl daha bitiyor ama hepimiz biliyoruz ki aslında ne takvimin ne de günlerin önemi var, bunların hepsi bir takım çizelgelere uymak için insanoğlunun yarattığı kavramlar. 

Gerçek olan tek şey var, o da zaman.

Bazen sadece kendinize, bazen sevdiklerinize, bazen de yapmayı yürekten istediğiniz her neyse ona verdiğiniz zaman.

Takvimle, saatle, sayıyla ölçmediğiniz zaman.

38 yıllık ömrümün bana verdiği en önemli ders; ne kadar az beklenti o kadar mutluluk. 

Şükürler olsun ki, bir ömür boyu devam ettirmek isteyeceğim harika bir alışkanlığım oldu. Sağlığım el verdiği sürece koşmak, koştukça ruh ve beden sağlığımı korumak istiyorum. Çünkü koştukça daha sakin daha huzurlu oluyorum.

Öyle çok mükemmel, çok mutlu, çok süper hiçbir dileğim yok.


Sıradan bir sabahta işe giderken, kaldırım kenarında açmış harika bir çiçeği fark ettiğimde, durup, arabadan inip o çiçeğe bakabileceğim zamanlarım çok olsun mesela. 

Olabildiğince sade, sevdiklerimle birlikte huzurlu zamanlarım olsun o da yeter, yeter de artar bile.

Artanla da pasta yaparız, iyi seneler, bol zamanlar olsun hepinize.

"...çünkü zaman yaşamın kendisidir, ve yaşamın yeri yürektir."

Momo / Michael Ende










15 Kasım 2016 Salı

Koşu bahane, insanlar şahane!


Daha önce hiç karşılaşmamış,

Birbirini tanımayan,

Bir kez bile sohbet etmemiş, 

Aynı şehirde, hatta belki aynı ülkede bile yaşamamış,

Birbirlerinin varlığından habersiz binlerce insanın,

Sadece amatörce koşmak, kendisiyle yarışmak, ve diğer koşanlarla bir araya gelmek için katıldığı bir ortamdır resmi yarışlar.

Henüz 1.5 yıllık koşu hayatımda 5 kez resmi yarışa katılmış ve düzenli koşan bir insan olarak, biraz da genelleme yaparak gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki;

Koşan insan mutlu insandır,

Koşan insan pozitif insandır,

Koşan insan anlayışlı insandır,

Koşan insan saygılı insandır,

Koşan insan yardımsever insandır,

Hatta öyle yardımseverdir ki, önemli sosyal sorumluluk projelerine maddi kaynak ve tanıtım desteği sağlayan Adım Adım'ın bile oluşmasını sağlayabilmiştir. Bu öyle bir organizasyon ki, iyilik peşinde koşan insanların geldiği noktayı görseniz inanamazsınız, detayları ilgili linkten okuyabilirsiniz. http://www.adimadim.org

Gelelim bu sonbaharın ilk resmi yarışına.



Her yıl Kasım ayının ikinci haftası yapılan Vodafone İstanbul Maratonu, resmi olarak katıldığım ilk yarış olduğundan benim için özeldir. Fakat önceki yazımı okuyanlar bilir, Ekim ayında geçirdiğim bir kaza sonucu 1 aydan fazla koşamamıştım, bu yarışa hazırlanmak bir yana koşabileceğime bile emin değildim.

Neyse ki son 2-3 hafta koşmaya tekrar başlayarak, çok yüksek tempoda olmasa bile planladığım 15K ya katılabilecektim.

Üstelik bu yıl ilk kez, Adım Adım organizasyonunun öncülüğünde Tohum Otizm Vakfı/ otizmli çocukların eğitim masrafları için oluşturulacak fona elimden geldiğince bağış toplayarak ve bağış yaparak ben de destek olmaya karar verdim.

Sadece ben değil, çalıştığım şirkette koşuya katılan tüm arkadaşlarım bağış toplayacaktı.

Kasım başında kampanyamı başlatırken gördüm ki; Adım Adım'ın desteklediği neredeyse tüm sosyal sorumluluk projelerine bağış yapmaya çalışan onlarca arkadaşım var.

Gün geçtikçe sosyal medyada bağış toplayan arkadaşlarımın sayısının arttığını gördükçe, işte bu diyordum, belki de koşunun ruhuna en yakışır iş buydu.

Bağış toplayan arkadaşlarımdan bazıları düzenli koşan ve yarışlara katılanlardı. Fakat bazıları ise hiç koşmayan ama yürüyerek de olsa sırf bağış toplamak için bu yarışa katılmaya karar veren arkadaşlarımdı. (yanda fotoğrafını gördüğünüz güzel insanlar gibi)

Hadi biz zaten koşuyoruz ve bundan büyük keyif alıyoruz ama bu insanlar sırf yardım etmek için, hiç yürümediği kadar (10K az bir mesafe değil) yürümeyi göze alabiliyordu. Bence takdirin ve alkışların en büyüğünü onlar hak ediyordu.

Su akar yolunu bulurmuş.

Dünyanın en masrafsız, insanı en mutlu eden, doğaya daha da bir aşık eden ve güzelim insanlar tanımanızı sağlayan koşu, nasıl da güzel ve faydalı organizasyonlara sebep olabiliyordu.

Bu düşüncelerle gittim İstanbul'a, memleketime.


Koşu sabahı yine pırıl pırıl insanlarla bir aradaydık. Kimi ortak koşu gruplarından tanıdığım, kimi arkadaşlarım, kimi de ilk kez gördüğüm binlerce insan startı bekledik.

Dünyanın tek kıtalararası koşusunda, iki kıtayı birbirine bağlayan köprüde başladık koşmaya.

Sağımda solumda Adım Adım tshirtleri ile her biri farklı sosyal sorumluluk projesine destek olmak için koşan binlerce güzel insan ile koşuyordum.

Ah bir de tekerlikli sandalye iten o harika insanlar vardı. Beni belki de en fazla motive edip, duygulandıran onlardı.

Düşünebiliyor musunuz? Değil koşmak, hiç yürüyemeyen bir insanı 4-5 kişilik bir ekip dönüşümlü olarak iterek farklı kategorilerde dünyanın en güzel şehirlerden birinde koşturmuş oluyordu. Bundan daha güzel bir şey olabilir mi?

İlk fırsatta bunu yapmayı hayal etmeye başladım. Bir gün ben de tekerlikli sandalye itebilecek kondisyonda olup o ekibin bir parçası olmalıyı hayal ettim. Ve neden olmasın dedim. Bundan 1.5 yıl önce birer ay arayla iki kez 21K koşacağımı hayal bile edemezdim ama oldu, o yüzden bu hayalim çok daha gerçekçi gözüküyordu.

Bazen yarışdı, tempoydu, madalyaydı çok da umrunda olmuyor insanın.

Etrafındaki güzelliklerin farkına varabilmek belki de bu yarışların bize en büyük ödülü oluyordu.

Hem en nihayetinde hepimiz o finish çizgisinde buluşuyorduk.

Ve artık kesin olarak emin olduğum bir şey varsa, o da;

Koşu bahane insanlar şahane!




10 Ekim 2016 Pazartesi

Ya koşamazsam?


En büyük korkumdu.

Ya bir gün koşamazsam?

Ya sakatlanırsam?

Ya düşersem?

Ya dizlerim beni yarı yolda bırakırsa?

Etrafımda birçok kişi (düzenli spor yapanlar hariç); "Bir gün birşey olacak", "Sakatlanacaksın", "Biraz abartmıyor musun?" diye dönem dönem ensemde boza pişirebiliyordu.

O çok beklenen sakatlanma durumu, o çok beklenen koşu sırasında değil, tamamen görünmez kaza olarak merdivenden düşerek ayak bileğimin burkulması sonucu kemikte ödemle oluştu.

Çok şükür kırık yoktu ama bilek neredeyse düşerken ters döndüğü için ciddi bir şişlik ve ödem vardı.

Doktor; "En az 3-4 hafta koşamazsın, tempolu yürüyüş bile olmaz, bileklik kullanman gerekiyor." dediğinde ilk anda çok üzüldüm.

Tam da en güzel koşulacak mevsimde, şu güzelim sonbaharda koşamayacaktım. Hem de 1 hafta sonra İstanbul'da 10K'lık bir yarışa katılacaktım, tempom çok iyiye gidiyordu, ortalama nabzım da düşmeye başlamıştı. Şu anda hiç sırası değildi.

Üstelik sakatlanmamak için o kadar dikkat ederken, ısınma ve soğumayı asla ihmal etmezken, çapraz antremanlarla (pilates, yüzme vb) kaslarımı güçlendirmeye çalışırken hiç beklemediğim bir yerden gol yedim, tamamen dikkatsizlikten.

Ama oldu.

Hayat hep planladığımız gibi gitmiyor. Hatta nadir olarak istediğimiz düzende gidiyor.

Önce derin bir nefes aldım ve şükrettim bileğimde kırık olmadığına. Çünkü kırık olsaydı, bu en az 3-4 aylık bir zaman, her türlü spordan uzak kalmak ve gündelik işlerimde sıkıntı yaşamak demekti.

Daha sonra da koşarken sakatlanmadığıma şükrettim. Çünkü bileğimi ve sendeleyerek yürüdüğümü gören herkes, "Koşarken sakatlandın değil mi?" diye soruyordu, ben de büyük bir zevkle "Hayır koşarken oldukça sağlıklıydım, sadece merdivenden düştüm" diyebildim. 

Elbette bir gün koşarken veya herhangi bir sporu yaparken de sakatlanabilirim.

Düzenli spor yaparken sakatlanmak hiçbirimizin istemeyeceği bir durum. 

Pek tabii ki genlerimizde olan kadercilik anlayışından yola çıkarak; "Belki de daha kötü bir şey olacaktı, biraz durulmam gerekiyordu." diye düşüncelere de dalmadım değil.

İlk şoku atlattıktan sonra, ayağımdaki atelimsi bileklik olmadan gerçekten düzgün yürüyemediğimi fark ettim. Doktorum bu sürecin uzamaması için her fırsatta ayağıma buz koymamı, mümkün olduğu kadar az üstüne basmamı, sadece gündelik işlerim için yürümemi önerdi.

Spor konusuna gelince; yavaş yavaş bileğimin durumuna göre, 2 hafta sonra yüzmeye, 3 hafta sonra yürüyüşe, 4 hafta sonra da koşuya başlayabilirsin ama kesinlikle zorlamadan dedi. Zorlarsam tekrar etme riski fazlasıyla varmış.

Spordan ve koşudan uzun vadede uzak kalmamak için doktorumun dediklerini harfiyen yaptım.

Üstelik düzenli spor yapanlar çok iyi bilir ki; o spor düzenli yapılamadı mı, hele ki hareketsiz bir duruma geçtin mi, sevdiklerin ve çevren için oldukça çekilmez bir insan haline gelebilirsin. Sanki ilacını alamamış bir hasta gibi olursun. Hiç takmayacağın şeyleri takmaya başlar, nereden nasıl sorun çıkarsam da rahatlasam diye düşünür durur, hem kendini hem sevdiklerini yer bitirirsin.

İşte tam da bu yüzden böyle bir duruma düşmemek için, hayatımdaki spor boşluğunu deli gibi kitap okuyarak doldurdum. Hafta bitmeden kitap bitirmeye başladım. Zaten okumayı severdim ama bu dönemde okumak müthiş iyi geldi. 

Ayrıca ertelediğim bir çok işe kafa yormaya ve onları planlamaya başladım, bazıları için harekete geçtim. Bazen yavaş hareket etmenin de iyi birşey olduğunun farkına vardım.

Özetle krizi fırsata dönüştürmeye karar verdim.

İnsanların yaşadığı sağlık problemlerinin yanında bunun tabii ki çok da önemli bir rahatsızlık olmadığının farkındayım. Fakat rahatça merdiven inip çıkamamak, hızlı adım atamamak, kızlarımla oynarken eğilip yere oturamamak, ayakkabıyı tamamen giyememek, rahat araba kullanamamak gibi birçok basit hareketi de yapamıyordum.

Yine de bu dönemin bana en büyük hediyesi eski kitap okuma rutinime dönebilmem ve kızlarımla daha fazla vakit geçirebilmem oldu. 

Aynı zamanda koşu ve sporla ilgili de birçok ertelediğim makaleyi okuyabildim, izleyemediğim filmleri izledim. Koşan arkadaşlarımı büyük bir keyifle takip etmeye devam ettim.

Şimdilerde 3 hafta bitmek üzere.

Geçtiğimiz hafta yavaş yavaş yüzmeye başladım. Bu hafta tempolu yürüyüşe başlamaya çalışacağım, tabii ki sevgili bilekliğim takılı olarak, onunla uzun süre ayrılmayacağız zaten. Sonrasında 4 haftayı doldurduğumda hafif koşuları denemeye başlayacağım.

13 Kasım'da İstanbul Maratonu'nda 15K koşma planım vardı. Bakalım şartlar neyi gösterecek. 

İlk başlardaki kadar üzülmüyor, genel olarak sağlıklı olduğuma seviniyorum. Ayrıca tekrar koşabilmenin ümidi ve hayaliyle kendime maksimum özeni gösteriyorum.

Umarım bir sonraki yazım, nasıl tekrar koşmaya başladığımı anlattığım yazım olur.

Sporun hayatımızdan eksik olmadığı, doğada toprak tonlarının en güzeline şahit olduğumuz, sadece bir mevsim değil adeta bir sanat eseri olan şu güzelim sonbaharda, acele etmeden, dikkat ederek ve bolca okuyarak yaşayalım.

Ne de olsa sonbahar yılın son sevgi dolu gülümsemesidir.

Bu fırsatı kaçırmayın.










14 Ağustos 2016 Pazar

Aşk ile koşuyorum

Bir başka varlığa duyulan derin sevgi...

20-25 yaşlarımda biri bana aşktan söz et dese, öncelikle ve sadece aklıma gelen güzel bir ilişki veya birliktelik olurdu.

30'umdan sonra iyiden iyiye yaş almaya başlamamla birlikte, bir çok konuda bakış açımı genişletmeye ve hayatı daha farkında olarak yaşamaya başladım.

Aşkın sadece ilişkiden ibaret olmadığını, herhangi bir varlığa, bir ağaca, bir müziğe, bir tabloya, bir oyuna, bir ana da aşık olunabileceğini öğrendim.

Son 1.5 yıldır ise aşk ile yaptığım koşu, bu farkındalığımı günden güne arttırdı.

Bir kere koştukça farkına vardım bir ağacın gün be gün değişebildiğini veya sapsarı kurumuş bir ottan harika bir çiçek açabileceğini.

Mevsimlerin her birinin ne kadar değerli olduğunun koşu sayesinde farkına vardım. 

Yağmurda ıslanmaktan nefret eden ben, dolu yağarken koştum. Önce hafiften başlayan yağmurda ayakkabılarım ıslanmasın diye su birikintilerinden kaçarken, aniden bastıran doluda kaçacak hiçbir yer bulamadıktan sonra umursamayıp, sırılsıklam bir şekilde koşmanın zevkine varabildim. Bu sayede doğanın bir parçası olduğumu hissedebildim.

O çok önemsediğimiz sınırların, hiyerarşinin koşu ile ortadan kalktığına şahit oldum.

Koşarken ne aldığın eğitimin, ne kariyerinin, ne sahip olduğun arabanın, ne de bilmem kaç dil bildiğinin öneminin olmadığını anladım.

Adam kayırmak, yalakalık ve hilenin koşuda hiç bir şansı olmadığına mutlulukla şahit oldum.

O hep hayalini kurduğum; sınırların ve milletlerin olmadığı, sadece insanların eşit bir şekilde yaşadığı dünyanın ufak bir yansımasını tüm resmi ve grup koşularında birebir yaşadım.

İnsanların birbirlerini tanımadan sadece koşu ve doğa aşkıyla bir yarışta bile olsa, birbirine destek olduğuna, tam vazgeçecekken moral verdiğine defalarca şahit oldum.

Belki de koşunun en güzel tarafı, ne özel bir statü ne de üyelik ücreti gerektirmesi. İhtiyacın olan tek şey bir koşu ayakkabısı, bir şort, bir tişort. Bir de içinde doğa sevgisi varsa gerçekten büyük bir keyif haline geliyor.

Hayat hiç kimse için kolay değil. İyisiyle kötüsüyle devam ediyor. Tam da böyle zamanlarda koşabilmek gerçekten moral veriyor insana.

Hani hep derler ya koşu için en uygun mevsim ilkbahardır diye. Gel gör ki hayat hep ilkbahardan ibaret değil. Eğer gerçek anlamda koşmak hayatının bir parçası haline gelmişse ve seni disiplinize edecek yarışlara da hazırlanıyorsan, her mevsim ve hava koşulunda koşmaya alışman gerekiyor. Tıpkı hayatın iniş çıkışları gibi.


Herşey yolunda giderken iyi güzel hoş, ama gitmezken hayata küsmek, umutsuzluğa kapılmak hayatın genel mantığına aykırı bir kere.

Genel olarak umutsuzluğa kapıldığım ve kötü hissettiğim her andan koşu rutinim sayesinde düze çıktım desem yanlış olmaz.

Bu bloğun adını koyarken bir an bile düşünmemiştim. Koşarak iyileşiyordum çünkü. 

Şimdi ise hem iyileşiyor hem yaşıyorum, koşarak yaşıyorum.

Sevdiklerimle çok keyifli bir sofrada yediğim akşam yemeği, ertesi gün koşacaksam, hele de uzun koşacaksam daha keyifli bir hale geliyor.

Önemli bir görüşmem veya karar vermem gereken çok kritik bir konu varsa o günün sabahında mutlaka koşmaya çalışıyorum. Çünkü biliyorum zihnim daha açık olacak ve çok daha sakin düşünebileceğim.

Ve herşeyden önemlisi; aşk ile koşuyorum.

Aşk ile koşarken karşıma çıkan bir kaplumbağaya gülümseyerek bakıyor veya sabah erkenden görevinin başında olan güvenlik görevlisine daha bir içten günaydın diyorum. Uzun zamandır kupkuru dalları olan o ağacın yeşillenmeye başladığını görünce umut doluyorum, diyorum ki; ağaca bak o bile pes etmiyor.

Diyorum da diyorum, her gün yeni bir şeyin farkına varıyorum.

Ama en çok da yaşamayı öğretiyor bana koşmak, gerçek anlamda yaşamayı.

Havanın her zaman güneşli olmayacağını, yeri geldiğinde fırtınanın da çıkabileceğini öğretiyor.

O çok sevdiğim şairin şiirindeki mısralar gibi;
...
Ve gönül Tanrısına der ki:
-Pervam yok verdiğin elemden;
Her mihnet kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin penceremden!

(Cahit Sıtkı TARANCI) 

Günler eksilmesin, çoğalsın pencerelerinizden, ama koşarak ama yürüyerek, yeter ki doğaya gülümseyerek...









30 Mayıs 2016 Pazartesi

Seyahat ederken koşabilir miyim?

"Seyahat, insanı mütevazi yapar. Çünkü gezerken dünyada küçücük bir yer kapladığını görürsün."

Ne de güzel söylemiş Gustave Flaubert.

Oldum olası cezbetmiştir beni seyahatler.

Yola düşmek, hiç görmediğim şehirleri görmek, farklı kültürlerden insanlarla tanışmak, hiç tatmadığım yemekleri yemek, ilk kez adım attığım sokaklarda kaybolmak, daha önce hiç görmediğim bir ağaca dokunmak.

Dünyanın, ne kadar büyük olursa olsun, aslında aynı gökyüzüne baktığımız, benzer amaçlarla hayatımızı yaşamaya çalıştığımız insanlarla dolu olduğuna şahit olmak.

Bundan 1 yıl öncesine kadar, koşmaya başlamadan önce, gideceğim şehirlerin; mutlaka görülmesi gereken yapılarına, müzelerine, yemeklerine ve bir dolu turistik aktivitelerine bakardım.

Son 1 yıldır ise, kalacağımız otel belli olur olmaz, herşeyden önce; yakınlarda bir park var mı, koşabileceğim bir rota var mı diye bakmaya başladım.

Artık nereye gidersem gideyim, koşu ayakkabılarım ve kıyafetlerim mutlaka bavuluma girmeye başladı. Bu bir yaz tatili, deniz kenarı, herhangi bir iş seyahati veya çok sıradan bir şehir bile olsa değişmiyor.


Hiç bilmediğin bir şehirde yürümek ne kadar keyifliyse, o şehirde koşmak da en az o kadar keyifli. Eğer bu şehir deniz kenarı ise başka güzel, yabancı bir ülkenin şehri ise bambaşka güzel. 

Aynen Flaubert'in söylediği gibi; dünyada küçücük bir yer kapladığını görmek, tıpkı seyahat gibi koşuyla da mümkün. İnsan doğada koşarken tam olarak bunları düşünüyor aslında. Seyahat ve koşunun bir çok ortak özelliği olduğuna inanıyorum. Ve tam da bu yüzdendir ki, ikisi bir araya gelince mükemmel bir ikili oluyorlar.

Açık havada koşanların çok iyi bildiği bir gerçek vardır; rutin koşularını farklı rotalarda yapmak insanı çok motive eder. İlla şehir dışına çıkmanız da gerekmez, her zaman koştuğunuzdan farklı bir park bile insana çok iyi gelebilir. Bir de bunu daha önce hiç ayak basmadığınız bir şehirde gerçekleştirebiliyorsanız ne mutlu size. Gerçekten büyük ayrıcalık.

Gelelim zaman konusuna. Her seyahat geniş ve boş vakitlerden oluşmuyor pek tabii ki. Kimi seyahatler iş seyahati olabiliyor. Sabahın erken saatlerinde başlayan yoğun toplantılar, yapılacak bir dolu iş olabiliyor.

Eğer koşu hayatınızın bir parçası olmuşsa, gittiğiniz yerde mutlaka buna vakit yaratıyorsunuz. Günün erken saatleri bu iş için çok ideal. Fakat öyle kişilere şahit oldum ki, sabah koşamasa bile öğlen toplantı arasında en yakın parkta koşmaya gidebiliyor.

Benim için ise, hakkında konuşmanın bile heyecanladırdığı seyahatler artık koşuyla birlikte bir üst boyuta taşındı. Güne koşarak başlayabiliyorsam o şehri çok daha keyifli keşfedebiliyorum artık. Böylesi beni çok daha mutlu ediyor.

Yakın bir zamanda mutlulukla ilgili ilginç bir araştırma okumuştum. İnsanın hayatı boyunca mutlu hissedebilmesi için başlıca nedenler; ne evlilik, ne doğum, ne ilk aşk, ne de bunlar gibi çok özel anlarmış. Bizi asıl mutlu kılan; günlük rutinlerimizi sağlıklı bir şekilde yapabilmekmiş.

Bu yüzden belki de seyahat sırasında çok sevdiğim bir rutinimi gerçekleştirebilmek beni mutlu ediyor.

Başlıktaki sorunun cevabına gelince; Evet, seyahat ederken koşabilirim. Hem de hayatımda ilk kez ayak bastığım, haritadan bulduğum o yemyeşil parkta, veya henüz seyahati planlama aşamasında resimlerini görüp koşmayı hayal ettiğim o sahilde çok büyük bir keyifle koşabilirim. 

Kimi zaman bir parkta, kimi zaman bir sahil kasabasında, kimi zaman yan sokakta. 

Yeter ki yollarımız bitmesin, koştukça, yürüdükçe, yaşadıkça...













20 Mart 2016 Pazar

Yürüyüşten Yarı Maraton'a...

Yarı maraton mu?

Hadi canım!


21km. biraz fazla değil mi?


Emin misin?


Sakatlanırsın!


O kadar uzun koşmaya ne gerek var?


Bak gerçekten zorlama, çok anlamsız!


Bir gün başına birşey gelecek!


Nedir zorun?


Geçen yıl bu zamanlar yürüyordun, 21km çok fazla!


Yukarıda okuduğunuz cümleler Runatolia-Antalya'da yarı maraton koşmaya karar vermemle birlikte; ailemden, yakın arkadaşlarımdan ve sevdiklerimin çoğundan duyduğum cümlelerdir. 

Eminim ki benim gibi sonradan koşuya başlamış bir çok kişi, bu tür cümleleri duymaya alışıktır.

Ben de alıştım. Ve yarı maratona hazırlandığım 4 ay; aslında bunun beni sadece disiplinize edecek bir hedef olduğunu, zaten düzenli koştuğumu, sakatlanmamak için düzenli pilates yapıp kaslarımı güçlendirdiğimi, her koşu öncesi ve sonrası ısınma&soğuma egzersizlerimi aksatmadığımı ve bu hedefin beni motive ettiğini anlatmakla geçti.

Bu arada hiç şüphe etmediğim ve emin olduğum bir şey vardı; o da sevdiklerimin beni düşündüğü ve bu yüzden endişelendiği idi. Onlara da hak vermiyor değildim.

Fakat ben zaten koşuyu hayatımın bir parçası yapmıştım bile. Hafta sonu herkes yataklarında uyurken sabah erkenden kalkıp uzun koşularımı yapıyordum. Hafta içi de en azından bir iki kez kısa koşular yapmaya çalışıyordum. 

Ankara'nın kışını bilen bilir. Mart'taki bir yarışa hazırlanmak için, Aralık-Ocak-Şubat gerçekten çok soğuk ve zorlayıcı aylardı. Hatta zaman zaman neden bu yarışı Mart ayına koyduklarına da sinirleniyordum. Halbuki açık hava koşusunda her hava koşulunu yaşamak ciddi direnç arttırıyormuş, öğrenmiş oldum.

Kasım 2015'de İstanbul Maratonu'nda 15km. koştuktan sonra, "Daha çok zaman var, 4 ay uzun bir süre, gelmez" dediğim Mart geliverdi. Üstelik Şubat ayında zaman yaklaştıkça çok ciddi soğuklarla birlikte yarışa 2 hafta kala bir de zehirlenme yaşayarak, 21Km öncesi en uzun koşum 16km olabildi. Halbuki hedefim en azından 18-19Km leri görebilmekti. "Neyse artık" dedim, gerçek anlamda 21km.yi yarışta görüp yaşayacağız. Bu da ayrı bir heyecan olacaktı.

Çok soğuk ve yağmurlu bir Ankara'dan sonra, 17-18 derecelerde güneşli bir Antalya karşıladı bizi. Kaldığımız otele neredeyse herkes Runatolia için gelmişti. Ufak ısınma koşuları yapanlar, grup olarak gelip yürüyüşe çıkanlar, yarış öncesi stres atmaya çalışanlarla doluydu etrafım. Bu arada aralarda koşularına katıldığım ve sosyal medyadan da sıkı takip ettiğim Ankara'lı 2 koşu grubu; Koşu Kadını ve Ankara Koşuyor'dan tanıdığım kişilerle de karşılaşıp sohbet ettim. 

Yarış sabahı start saatinden 2 saat önce hafif bir kahvaltı yaptık. Sonra Antalya'nın güzelim Konyaaltı denizine bakarak start yerine ulaştık. Yine çok renkli, kalabalık ve eğlenceli bir yarış öncesi atmosferi vardı. Herkes çok rahat görünüyordu. Bense 21km.yi düşündükçe hafiften heyecanlanıyordum.

Bu yarışta eşim yine beni yalnız bırakmadı ve 10km.ye yazıldı. Amaç belliydi, 21km.nin finiş çizgisinde beni bekleyecekti. Bir de benimle birlikte koşacak çok sevdiğim Sedat Kiraz abim vardı. Sedat abi yıllardır düzenli ve benden çok daha hızlı koşan biriydi.


Hedefim ilk 6-7 km.yi yavaştan alarak ortalama 7:00 pace ile koşmak, ortadaki kısmı 6:30-6:45 arası koşup, 15km.den sonrası da yorulacağımı düşünerek yine 7:00 pace ile yarışı bitirmekti. Böylelikle 2:25-2:30 arası bir saate bitirebilirdim.

Start verildi, ilk 4-5km. Sedat abi ile sohbet ederek, ortalama 7:00 pace ile koştum. Sağolsun benim için temposunun oldukça altında koşuyordu. Parkur çok rahat, eğimin az olduğu bir yoldu. Fakat hava düşündüğümden daha sıcaktı. O yüzden tahminimden daha çok noktada su içmek durumunda kaldım. Bu arada her bir km bittiğinde "Ha gayret kaldı 19, kaldı 18, kaldı 17..." diye diye ilerliyorduk. Henüz 6-7km.lerdeyken dönüşe geçenleri gördükçe onları alkışlıyorduk. İşte koşunun beni büyüleyen en sevdiğim yanı buydu, yine herkes birbirine destek oluyordu.

10.5km bittiğinde ortalama 6:45 pace ile koşuyordum, dönüşe geçmiştik ve sıcak iyice bastırmıştı. Dönüş yolu biraz daha eğimliydi, o yüzden zorlamaya başlamıştı.  Sedat abi daha ileride görebildiğim bir mesafedeydi. 16km bittikten sonra Sedat abi'ye yaklaşarak "Hadi artık sen hızlan ve git, ben iyiyim" diyebildim. 5km. kalmıştı ve kendimi iyi hissediyordum, tek problem sıcaktı. Sedat abim ise 16km.ye kadar beni kollamış, motive etmiş ve bu yarışı kolaylaştırmıştı benim için. Teşekkürlerin en büyüğünü hak ediyordu. Ama henüz daha 5km. vardı, bunu kendim başarmalıydım.

Böyle böyle 19km. olmuştu, 2km. kalmıştı fakat etrafımda o kadar çok yürüyüşe geçen vardı ki yine aklım karışmıştı. "Acaba finişe çok mu yakınız?" diye, ama öyle değildi, daha 2km vardı. Biraz daha koştuktan sonra etrafımda yürüyenlerin etkisiyle azıcık yavaşladığım sırada arkamda bir kadın "Hadi hadi çok az kaldı, sakın durma" deyip sırtıma dokunarak yanımdan geçti. Yine yüzümde bir tebessüm oluştu.

Son 1.5km o tebessümü hiç kaybetmeyerek finiş çizgisine yaklaştım. O çizgiyi geçtiğimde eşim fotoğraflarımı çekiyordu, Sedat abi çoktan gelmiş bekliyordu. Bense yine kime sarılsam ağlayacak durumdaydım. Çizgiden geçer geçmez madalyamı taktılar, gerçekten bitmişti, 21km. sağ salim bitmişti. 2 saat 33dk.da bitmişti.

Geri dönüp Sedat abi ve eşimin yanına koştum. Bir dolu fotoğraf ve gülüşmeden sonra büyük bir keyifle yarış alanından ayrıldık.

Hiç mi sıkıntım olmadı? Evet oldu. Sağ ayak baş parmağımın tırnağında bir morluk, ve çok su içmenin getirdiği hafif bir sodyum düşüklüğü yaşadım. Yarış sonrası biraz midem bulandı bu yüzden, ama onu da hemen tuzlu bir şeyler yiyerek hallettik.


Tırnağımdaki morluğa gelince, o hala bana bu güzelim tecrübeyi hatırlatırcasına duruyor. Yavaş yavaş gidecek sanırım. Düzenli koşularıma çoktan başladım bile tekrar. Çok şükür ciddi bir sıkıntı veya sakatlık yaşamadım.

Kasım ayında 15km.yi çok daha zorlanarak bitirmişken, 4 ay sonrasında 21km.yi çok daha rahat bitirmek, o Ankara'nın deli soğuğundaki koşuların işe yaradığını gösteriyordu.

Benim için endişelenen sevdiklerim; hepinizi çok seviyorum. Bilin ki; sağlığım izin verdiği sürece koşmaya, sizleri de sevmeye devam edeceğim.

Sırada 24 Nisan İstanbul Tarihi Yarımada Yarı Maratonu var. Bu kez biraz daha tecrübeli olarak memleketimde koşacağım.

Mevsimlerin en güzeli ve koşu için en ideal mevsim olan bahar geldi. 

O yüzden bana müsade. 

Bütün bir yıl sabırsızlıkla beklediğim doğanın, uyanışına şahitlik etme ayrıcalığını yaşayacağım bir süre. 

Doğayla birlikte uyanacağımız bol koşulu bir bahar beni bekliyor.

Evet, benim hala umudum var, sizin de olsun, olmalı.

Hem bir umuttur yaşatan insanı.






14 Şubat 2016 Pazar

Yoksa siz hiç yağmurda koşmadınız mı?


Geçen sene bu zamanlardı.

Bir Cumartesi günü evde bir güzel yayılmış otururken kapı çaldı. 

Gelen arkadaşım Sara'ydı.

Onlarda unuttuğum bir şeyi getirmişti. İçeri girsene dedim "Yok gelemem terim soğumasın, yürüyerek geldim, döneceğim" dedi. Nasıl yani, aramız en az 4-5km, ciddi misin dedim, gayet ciddiydi. Ve hoşçakal diyerek yoluna devam etti. Ben ise kapıyı kapattım ve bir süre yerimden kıpırdamadan durdum, düşündüm.

Sara benden 9 yaş büyüktü. Her zaman fit ve her zaman sağlıklıydı. Ama daha önce hiç farkına varmadığım bir detayı göstermişti bana. Sara hareket ediyordu, ben otururken o hareket ediyordu. En az 9-10km.lik bir yolu bana unuttuğum bir şeyimi getirmek için fırsata dönüştürmüştü. Demek bu iş böyle oluyordu, oturarak olmuyordu.

İşte o gün benim dönüm noktam olmuştu. Düzenli yürüyüş yapmaya tam da o gün karar vermiştim.

Neredeyse 1 sene geçmiş. Ve ben şu anda yarı maratona hazırlanıyorum. Şaka gibi ama gerçek.


Şubat'ta başladığım düzenli yürüyüşlerim Mayıs'da koşuya döndüğünden beri tam olarak başıma gelenleri sırasıyla yazacağım;

1) Net olarak özgürlüğümü ilan ettim, evet koştukça özgürleştim.

2) Doğanın tadına vardım, hem de ne varmak, bir ağaç bu kadar mı güzel değişir?

3) O hiç düşmeyen kötü kolesterolüm (LDL) normal sınırlara düştü.

4) Sevdiğim şeyleri daha özgürce yemeye başladım.

5) Nezle, grip, soğuk algınlığı yanımdan bile geçmiyor, resmen hasta olmuyorum, olacak gibi olsam da çok çabuk geçiyor.

6) Daha rahat uyuyor ve uyanıyorum.

7) Zihnim daha açık, ruhum çok daha huzurlu.

8) Çok daha az sinirleniyor, canımı sıkmıyorum.

9) Seyahatlerim daha bir anlam kazandı, hele ki farklı ülkeler ve şehirlerde otele yakın parklar ve koşulacak alanları araştırmanın güzelliği yok mu:)

10) Çok daha fit, çok daha mutluyum.


Yaklaşık 20 gün sonra ilk yarı maratonuma (21K) katılıyorum, Antalya'da (runatolia). Elimden geldiğince hazırlanmaya çalışıyorum. Ankara'da Aralık ve Ocak ayları soğuklar açısından epey zorladı. Ama bir yandan da dayanıklılığımı arttırdı.

Doğada koşmanın en güzel yanı süprizlere açık olmak. Karda, buzda, rüzgarda, sıcakta çok koştum ama sağanak yağmuru ilk kez bu hafta sonu denedim.

Meğersem yağmurda 10-12 derece bir havada koşmak tam bir festivalmiş. 

Hani koşmak özgürlüktür demiştim ya, yağmurda koşmak ballı kaymaklı bir özgürlük duygusuymuş. Bir kere terlemek asla sorun olmuyor, daha az susuyorsun. Bu yüzden zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsun bile. Koşarken kokladığın o güzelim toprak kokusunu hangi kelimeyle anlatabilirim bilmiyorum tıpkı ters yönden koşan biriyle gözgöze geldiğindeki karşılıklı gülümsemenin de nasıl anlatılacağını bilmediğim gibi.

Tek bildiğim yağmurda koşmak tadından yenmiyor. Hani insanın o gün bir kez daha koşası geliyor. Öyle güzel, öyle keyifli.

Sara'ya gelince, artık o da koşuyor. Ara ara denk getirebilirsek birlikte koşuyoruz. Hatta bu hafta yağmurda birlikte koştuk. Katılmayı düşündüğüm tüm resmi koşulara onu da ikna etmeye çalışıyorum, birinde başarılı oldum sıra diğerlerinde. Bu resmi koşuların en güzel yanı; hedef koymak. O koyduğun hedef insanı disiplinize ediyor. Kendi kendinle yarışıyorsun.

Bu arada koşan insanlar için en güzel mevsim yaklaşıyor. Bahar gelmek üzere. Mart-Nisan-Mayıs'ı düşündükçe daha bir motive oluyor, koşularımı aksatmıyorum.

İster bağımlılık deyin, ister alışkanlık. Koşmak başlı başına özgürlük.

Ve bence özgürlük, tam da istediğin şeye bağlanmaktır, kendi istediğin...Ey özgürlük!

" ... 
  geri gelen sağlığa
  geçen her tehlikeye
  yazarım adını

  bir sözün coşkusuyla 
  dönüyorum hayata
  senin için doğmuşum haykırmaya

  ey özgürlük "

Şiir: Paul Eluard
Şarkı: Zülfü Livaneli